CİCİKOM,YAZ İÇİN POLO ADLI ŞEKERİ ÖNERİYOR.SADECE YAZ İÇİN DEĞİL , SÜREKLİ BU ŞEKERİ ÖNERİYORUZ.BU NANELİ ŞEKER AĞIZ KOKUSUNU DA GİDERİYOR. KIŞIN DA YİYİLEBİLMESİNE KARŞIN , DİŞLERİNİZE YİNE DE DİKKAT ETMELİSİNİZ.
BUNUN DIŞINDA YAZIN SİMGESİ OLAN DONDURMALARI DA UNUTMAYALIM. KENDİ ZEVKİNİZE GÖRE ÇEŞİDİNİ SEÇİP YİYEBİLİRSİNİZ.
LİMONATA DA TÜM C VİTAMİNİ İLE HASTALIKLARA KARŞI DİRENCİNİZİ ARTTIRIR. SİZİ DİNÇ KILAR , SERİNLETİR.
HADİ , BİRİNDEN BAŞLAYIN VE MEYVE YEMEYİ DE UNUTMAYIN.
11 Haziran 2008 Çarşamba
8 Haziran 2008 Pazar
ben nereliyim? (hazalcakmak1@hotmail.com'a mail atın , cevap yazın)
YENİ TANIŞTIĞIMIZ BİR KİŞİYE BELKİ DE İLK OLARAK 'NERELİSİN?'. DOĞU ŞEHİRLERDEN GELİYORSA FARKLI BİR MUAMELE , BATI ŞEHİRLERDEN GELİYORSA FARKLI BİR MUAMELE UYGULAYACAĞIMIZ BU İNSANLARIN CEVAP VERMESİ DE ZORUNLUDUR. SİZ MEMLEKETİNİZİ BEĞENMEYEBİLİRSİNİZ. ÇEVRENİZDEKİ İNSANLAR BUNU DUYUNCA GARİPSEYEBİLİRLER. BÜYÜK , ÇOK NÜFUSLU ŞEHİRLER LÜKS İÇERDİĞİ İÇİN , İSTANBULLU , İZMİRLİ , ANKARALI , ADANALI GİBİ CEVAPLAR HOŞUMUZA GİDER. LAKİN ŞEHİRİN ŞELALESİNDEN , YEMEKLERİNDEN BAHSEDERİZ. O ŞEHİR , ONLARIN GÖNLÜNDE TAHTA OTURUR.BU SORUYU DA O KADAR KÖTÜLEMEYELİM.TABİİ MERAK DENİLEN DE BİRŞEY VAR.
BANA ÖYLE BİR MUAMELE UYGULAMAYAZLAR . ÇÜNKÜ YUNANİSTAN , AZERBAYCAN VE TÜRKİYE'LİYİM.
HOŞÇAKALIN...
BANA ÖYLE BİR MUAMELE UYGULAMAYAZLAR . ÇÜNKÜ YUNANİSTAN , AZERBAYCAN VE TÜRKİYE'LİYİM.
HOŞÇAKALIN...
oyuncak tarihi
oyuncak tarihi
hayati
Ordinaryüs
Üyelik tarihi: Dec 2006
Nereden: istanbul falan
İletiler: 71.604
12.08.07, 14:00
--------------------------------------------------------------------------------
Beş bin yıllık kültürün kilometre taşları: Oyuncaklar...
Antik Roma döneminde çocuk; çevresindekiler, ailesi ve bakıcısı için, oyuncaktan başka bir şey değildi. Erkek çocuk anlamına gelen ‘pupus’ sözcüğü (kız çocuk için pupa), Fransızca’da ‘oyuncak bebek’ anlamına gelen ‘poupée’nin de kökenidir.
Hatta eski Romalılar, büyüklerin kullandığı oyuncakları ‘ludi maiores’ ve çocukların oynadığı oyuncaklarıa ‘ludi minores’ diye tanımlamayı tercih etmişlerdir.
Platon’un da dediği gibi, çocukları altı yaşına gelinceye dek kendi tarzlarında oynamaya bırakmak en iyisiydi, böylece ileride edinecekleri mesleklere olan eğilimlerini gösterebiliyor ve bu konudaki ilk eğitimi oyun ve oyuncakları yoluyla alıyorlardı.
Aristo ise, çocukların ellerine verilecek kaynana zırıltılarının, ebeveynlerinin kulaklarına hiç de iyi gelmeseler de, çocukların bir şeyleri kırmalarına engel olduğunu, çünkü çocukların bir an bile rahat durmadıklarını söylemiştir.
Bununla birlikte top ve aşık kemiği gibi daha az ses çıkaran ve her zaman çok tutulan oyuncaklar da çocukların beceri ve hızlarını geliştirmede çok yararlı kabul ediliyordu.
Küçük koşumlar veya at arabaları, günümüzdeki küçük elektrikli tren ve diğer araçların modelleri ile aynı ilkeye dayanarak yapılmışlardır. Antik dönem insanı için, bu tür küçük model halindeki araçlar, sadece oyunun değil, eğitimin de bir parçasıydılar.
Hititlerden günümüze ulaşmış ve bugün Gaziantep Müzesi koleksiyonlarında yer alan beş bin yıllık bir oyuncak savaş arabası ya da bunun Troya kazılarında bulunan bir benzeri de çocuk mezarlarından çıkarılıyorlar bugün...
Antik Yunan’da pişmiş topraktan yapılmış bebekler ise, gerçek dünyanın minyatür bir kopyasını temsil etmekteydiler. Hatta pişmiş topraktan, ağaçtan, kemikten ya da fildişinden yapılmış olup eklemlere de sahip bulunan bu bebeklerin, elbiselerini ve duruşlarını değiştirmek mümkündü.
Bu açıdan bakıldığında, bu bebeklerin Antik dünyanın ‘Barbie bebekleri’ olduklarını söylemek de yanlış olmayacaktır!
Bu tür bebeklerin kimilerinin gerçek bir gelin çeyizi, hatta minyatür mobilyaları bile vardı... İtalya’da yapılan çeşitli kazılarda, Roma İmparatorluğu’nun ilk üç yüzyılına ait geniş bir oyuncak bebek koleksiyonu bulunmuştur. Ama bugün biliyoruz ki, daha sonra, kuzeyden gelen yabancı kavimlerin istilaları ile, bu endüstri de kesintiye uğramıştır.
Bu arada, şunu da vurgulamak gerekir ki; Mısır, Yunan ve Roma mezarlarında bulunan oyuncak bebeklerin asıl kimlikleri konusunda, günümüz arkeologları tereddüde düşebilmektedirler. Çünkü çocuklar için yapılan oyuncak figürlerinin, ölülerin ve tanrıların onurlarına yapıldıkları da bilinmektedir...
Ortaçağ’da ise, çocuklar çalışmaya yönlendirilmeye başlandıklarından, durum değişir... Her ne kadar bu çağda çocuklara, genel olarak, 19. Yüzyıl’ın ‘Endüstri Devrimi’ sırasında olduğundan çok daha iyi davranılsa da, artık yeni eğlence araçları geliştirilmiyordu...
Yine de 13. Yüzyıl’dan itibaren, soyluların çocukları için ayrılan lüks oyuncakların yanı sıra, popüler objeler de üretilip satılmaya başlanmıştı Ortaçağ’da... İlk olarak, belli tasarımlara göre yapılmış, çömlekçiler tarafından şekillendirilen pişmiş topraktan yemek takımları görüldü. Burada altını çizmeliyiz ki, bu yemek takımları, kız çocuklarından çok, erkek çocuklarına yönelikti! Çünkü biliyoruz ki, o dönemde aşçılık erkeklere özgü bir meslek idi.
Bunun dışında, Ortaçağ oyuncakları arasında; küçük ölçekte rüzgâr değirmenleri, küçük askerler, minyatür at veya gemiler, tahta kılıçlar da yapılıyordu oyuncak olarak.
“Eğer çocuk, oyun oynayarak gelecekte yapacağı mesleği öğrenirse, ileride çalışırken eğlenmesi de mümkün olabilir” diye düşünülüyordu. Arkeolojik kanıtların ve o dönemin belgelerinin ışığında, şunu da söyleyebiliriz ki, Ortaçağ’daki Batı toplumlarının yapısı, sanılandan çok daha fazla, oyunla ilgili idi...
Bu çağın kızları ise, dikiş diker ve şarkı söylerlerdi. Beklenmedik bir şekilde bu dönemde satranç oyunun da çok yaygın olduğunu görmekteyiz; özellikle yedi yaşından itibaren, hem askerî strateji hem de saray görgüsünün bir parçası olarak oynamaya başladıkları satrançta; kızlara karşı oynadıklarında, erkek çocukların oyunu bilerek kaybetmeleri, saray görgüsünün bir parçasıydı...
Ortaçağ’ın sonu ile Rönesans, çocukların ve yetişkinlerin dünyası arasında belirgin bir farkın oluşmasına neden oldu. Ama ne kadar ilginçtir ki, kilise, oyuncağın gelişiminİ desteklemekteydi! İtalya’da, Floransa’da ortaya çıkartılan dinsel özellikteki bebekler, dinsel inanışlar ile oyun adetleri arasındaki bağı, gayet iyi ortaya koymaktadır.
16. Yüzyıl’a gelindiğinde, oyuncak bebekler, Avrupa ülkeleri edebiyatında da yerlerini aldılar; ama bu tür edebiyat yapıtlarını, ‘hoppalık’ ya da ‘havailik’ olarak görenler de yok değildi.
17. Yüzyıl’da amaç, çocuğa toplum yaşamını öğretmek için pedagojik hedeflerle oyun oynatmak olmuştu. Özellikle Almanya’nın dağlık bölgelerinde; 16. Yüzyıl’dan itibaren, ağaçtan oyuncak üreten atölyeler ortaya çıkmıştı. Aslında bu atölyeler, çocuklar için çeşitli oyuncaklar yapmaya başlamadan önce, dinsel heykeller üretiyorlardı.
Sırtlarında kaynana zırıltıları, topaçlar, yoyolar ve diğer oyuncaklar taşıyan gezgin satıcılar köy köy, kasaba kasaba dolaşmakta, şehirlerde bağırarak çocukların dikkatlerini çekmeye çalışmaktaydılar.
İngiltere’den sonra bütün dünyada etkisini gösteren Endüstri Devrimi, önce tren, 19. Yüzyıl sonuna doğru da, otomobil gibi mekanik araçların gelişimi içinde, oyuncak dünyasına da yeni olanaklar sundu.
Yapım sürelerinin azalması ve seri üretim, bu oyuncakların ticaretinin de fazlasıyla gelişmesini sağladı. Sadece oyuncak satan büyük mağazaların açılışı da, bu döneme, 1870 ile 1880 arasına denk gelmektedir.
Erkek çocukların en sevdiği oyuncakların arasında artık, arkalarından bir iple çektikleri minyatür trenler de vardı. Tabiî ki bunların ardından raylar, daha gelişmiş lokomotifler de geldi.
Ortaçağ’da suyun üzerinde yüzdürülen basit bir tahta parçası şeklindeki ‘oyuncak tekne’ de gelişti; çocukların hayal gücüne yer bırakmayacak kadar ayrıntılı ‘gemiler’ ortaya çıktı.
Fransa, Almanya ve İngiltere’de; kurma anahtarları, dişli ve pervanelerin hareketini sağlayan yay sistemleri geliştirildi. Mekanik oyuncaklar çağı başladı. İlk minyatür otomobil modelleri ise, Amerika ve Avrupa’da 20. Yüzyıl başında ortaya çıktı. Giderek daha karmaşık bir hale gelen teknik süreçler sayesinde, daha 1904’ten itibaren en küçük ayrıntıya bile sadık kalan oyuncak otomobil modelleri yapılmaya başlandı.
Nuve oyuncak muzesini gezmeyi unutmayin
oyuncak muzesi
hayati
Ordinaryüs
Üyelik tarihi: Dec 2006
Nereden: istanbul falan
İletiler: 71.604
12.08.07, 14:00
--------------------------------------------------------------------------------
Beş bin yıllık kültürün kilometre taşları: Oyuncaklar...
Antik Roma döneminde çocuk; çevresindekiler, ailesi ve bakıcısı için, oyuncaktan başka bir şey değildi. Erkek çocuk anlamına gelen ‘pupus’ sözcüğü (kız çocuk için pupa), Fransızca’da ‘oyuncak bebek’ anlamına gelen ‘poupée’nin de kökenidir.
Hatta eski Romalılar, büyüklerin kullandığı oyuncakları ‘ludi maiores’ ve çocukların oynadığı oyuncaklarıa ‘ludi minores’ diye tanımlamayı tercih etmişlerdir.
Platon’un da dediği gibi, çocukları altı yaşına gelinceye dek kendi tarzlarında oynamaya bırakmak en iyisiydi, böylece ileride edinecekleri mesleklere olan eğilimlerini gösterebiliyor ve bu konudaki ilk eğitimi oyun ve oyuncakları yoluyla alıyorlardı.
Aristo ise, çocukların ellerine verilecek kaynana zırıltılarının, ebeveynlerinin kulaklarına hiç de iyi gelmeseler de, çocukların bir şeyleri kırmalarına engel olduğunu, çünkü çocukların bir an bile rahat durmadıklarını söylemiştir.
Bununla birlikte top ve aşık kemiği gibi daha az ses çıkaran ve her zaman çok tutulan oyuncaklar da çocukların beceri ve hızlarını geliştirmede çok yararlı kabul ediliyordu.
Küçük koşumlar veya at arabaları, günümüzdeki küçük elektrikli tren ve diğer araçların modelleri ile aynı ilkeye dayanarak yapılmışlardır. Antik dönem insanı için, bu tür küçük model halindeki araçlar, sadece oyunun değil, eğitimin de bir parçasıydılar.
Hititlerden günümüze ulaşmış ve bugün Gaziantep Müzesi koleksiyonlarında yer alan beş bin yıllık bir oyuncak savaş arabası ya da bunun Troya kazılarında bulunan bir benzeri de çocuk mezarlarından çıkarılıyorlar bugün...
Antik Yunan’da pişmiş topraktan yapılmış bebekler ise, gerçek dünyanın minyatür bir kopyasını temsil etmekteydiler. Hatta pişmiş topraktan, ağaçtan, kemikten ya da fildişinden yapılmış olup eklemlere de sahip bulunan bu bebeklerin, elbiselerini ve duruşlarını değiştirmek mümkündü.
Bu açıdan bakıldığında, bu bebeklerin Antik dünyanın ‘Barbie bebekleri’ olduklarını söylemek de yanlış olmayacaktır!
Bu tür bebeklerin kimilerinin gerçek bir gelin çeyizi, hatta minyatür mobilyaları bile vardı... İtalya’da yapılan çeşitli kazılarda, Roma İmparatorluğu’nun ilk üç yüzyılına ait geniş bir oyuncak bebek koleksiyonu bulunmuştur. Ama bugün biliyoruz ki, daha sonra, kuzeyden gelen yabancı kavimlerin istilaları ile, bu endüstri de kesintiye uğramıştır.
Bu arada, şunu da vurgulamak gerekir ki; Mısır, Yunan ve Roma mezarlarında bulunan oyuncak bebeklerin asıl kimlikleri konusunda, günümüz arkeologları tereddüde düşebilmektedirler. Çünkü çocuklar için yapılan oyuncak figürlerinin, ölülerin ve tanrıların onurlarına yapıldıkları da bilinmektedir...
Ortaçağ’da ise, çocuklar çalışmaya yönlendirilmeye başlandıklarından, durum değişir... Her ne kadar bu çağda çocuklara, genel olarak, 19. Yüzyıl’ın ‘Endüstri Devrimi’ sırasında olduğundan çok daha iyi davranılsa da, artık yeni eğlence araçları geliştirilmiyordu...
Yine de 13. Yüzyıl’dan itibaren, soyluların çocukları için ayrılan lüks oyuncakların yanı sıra, popüler objeler de üretilip satılmaya başlanmıştı Ortaçağ’da... İlk olarak, belli tasarımlara göre yapılmış, çömlekçiler tarafından şekillendirilen pişmiş topraktan yemek takımları görüldü. Burada altını çizmeliyiz ki, bu yemek takımları, kız çocuklarından çok, erkek çocuklarına yönelikti! Çünkü biliyoruz ki, o dönemde aşçılık erkeklere özgü bir meslek idi.
Bunun dışında, Ortaçağ oyuncakları arasında; küçük ölçekte rüzgâr değirmenleri, küçük askerler, minyatür at veya gemiler, tahta kılıçlar da yapılıyordu oyuncak olarak.
“Eğer çocuk, oyun oynayarak gelecekte yapacağı mesleği öğrenirse, ileride çalışırken eğlenmesi de mümkün olabilir” diye düşünülüyordu. Arkeolojik kanıtların ve o dönemin belgelerinin ışığında, şunu da söyleyebiliriz ki, Ortaçağ’daki Batı toplumlarının yapısı, sanılandan çok daha fazla, oyunla ilgili idi...
Bu çağın kızları ise, dikiş diker ve şarkı söylerlerdi. Beklenmedik bir şekilde bu dönemde satranç oyunun da çok yaygın olduğunu görmekteyiz; özellikle yedi yaşından itibaren, hem askerî strateji hem de saray görgüsünün bir parçası olarak oynamaya başladıkları satrançta; kızlara karşı oynadıklarında, erkek çocukların oyunu bilerek kaybetmeleri, saray görgüsünün bir parçasıydı...
Ortaçağ’ın sonu ile Rönesans, çocukların ve yetişkinlerin dünyası arasında belirgin bir farkın oluşmasına neden oldu. Ama ne kadar ilginçtir ki, kilise, oyuncağın gelişiminİ desteklemekteydi! İtalya’da, Floransa’da ortaya çıkartılan dinsel özellikteki bebekler, dinsel inanışlar ile oyun adetleri arasındaki bağı, gayet iyi ortaya koymaktadır.
16. Yüzyıl’a gelindiğinde, oyuncak bebekler, Avrupa ülkeleri edebiyatında da yerlerini aldılar; ama bu tür edebiyat yapıtlarını, ‘hoppalık’ ya da ‘havailik’ olarak görenler de yok değildi.
17. Yüzyıl’da amaç, çocuğa toplum yaşamını öğretmek için pedagojik hedeflerle oyun oynatmak olmuştu. Özellikle Almanya’nın dağlık bölgelerinde; 16. Yüzyıl’dan itibaren, ağaçtan oyuncak üreten atölyeler ortaya çıkmıştı. Aslında bu atölyeler, çocuklar için çeşitli oyuncaklar yapmaya başlamadan önce, dinsel heykeller üretiyorlardı.
Sırtlarında kaynana zırıltıları, topaçlar, yoyolar ve diğer oyuncaklar taşıyan gezgin satıcılar köy köy, kasaba kasaba dolaşmakta, şehirlerde bağırarak çocukların dikkatlerini çekmeye çalışmaktaydılar.
İngiltere’den sonra bütün dünyada etkisini gösteren Endüstri Devrimi, önce tren, 19. Yüzyıl sonuna doğru da, otomobil gibi mekanik araçların gelişimi içinde, oyuncak dünyasına da yeni olanaklar sundu.
Yapım sürelerinin azalması ve seri üretim, bu oyuncakların ticaretinin de fazlasıyla gelişmesini sağladı. Sadece oyuncak satan büyük mağazaların açılışı da, bu döneme, 1870 ile 1880 arasına denk gelmektedir.
Erkek çocukların en sevdiği oyuncakların arasında artık, arkalarından bir iple çektikleri minyatür trenler de vardı. Tabiî ki bunların ardından raylar, daha gelişmiş lokomotifler de geldi.
Ortaçağ’da suyun üzerinde yüzdürülen basit bir tahta parçası şeklindeki ‘oyuncak tekne’ de gelişti; çocukların hayal gücüne yer bırakmayacak kadar ayrıntılı ‘gemiler’ ortaya çıktı.
Fransa, Almanya ve İngiltere’de; kurma anahtarları, dişli ve pervanelerin hareketini sağlayan yay sistemleri geliştirildi. Mekanik oyuncaklar çağı başladı. İlk minyatür otomobil modelleri ise, Amerika ve Avrupa’da 20. Yüzyıl başında ortaya çıktı. Giderek daha karmaşık bir hale gelen teknik süreçler sayesinde, daha 1904’ten itibaren en küçük ayrıntıya bile sadık kalan oyuncak otomobil modelleri yapılmaya başlandı.
Nuve oyuncak muzesini gezmeyi unutmayin
oyuncak muzesi
günlerin kimliği
PAZARTESİ
BU HAFTA BUNA ALIŞAMAYACAĞIM.
SALI
CUMA NE ZAMAN GELECEK?
ÇARŞAMBA
ALIŞTIM ARTIK. NASIL OLSA ZORUNLU BİRŞEY BU...
PERŞEMBE
CUMA GELİYOR!!!
CUMA
SONUNDA GELDİN...
CUMARTESİ
BİR RÜYA GİBİ!!!
PAZAR
LÜTFEN BUGÜN BİTMESİN!
BU HAFTA BUNA ALIŞAMAYACAĞIM.
SALI
CUMA NE ZAMAN GELECEK?
ÇARŞAMBA
ALIŞTIM ARTIK. NASIL OLSA ZORUNLU BİRŞEY BU...
PERŞEMBE
CUMA GELİYOR!!!
CUMA
SONUNDA GELDİN...
CUMARTESİ
BİR RÜYA GİBİ!!!
PAZAR
LÜTFEN BUGÜN BİTMESİN!
7 Haziran 2008 Cumartesi
bilmeceler
Adam saçını ıslatmadan şampuanlamış, neden? Çünkü kuru saçlar için yazıyormuş.
Tavuklar en çok hangi ülkeyi sever? Mısır
Bir elmayı yerken kurt bulmaktan daha kötü olan nedir? Yarım kurt çıkması.
1.Hangi bagda üzüm yetismez ? (ayakkabi bagindaJ)
2.Hangi karnede sifir olmaz? (saglik karnesindeJ)
3.Hiç kimsenin okuyamadigi yazi hangisidir? (alin yazisiJ)
4.Kadinla radyo arasinda ne fark vardır? (ikiside her havadan calarJ)
5.Hangi kanun insanlari yargilamaz? (yercekimi kanunuJ)
6.ilani ask ile ilani harp arasinda ne gibi bir benzerlik vardir? (her ikiside ilan edilince çarpısma baslarJ)
7.Bir politikacinin ölüp ölmedigini nasil anlariz? (agzina bakariz, kapaliysa ölmüstürJ)
8.Denizler nicin tuzludur? (Baliklar kokmasin diyeJ)
9.Hangi macunla dis fırcalanmaz? (lahmacunlaJ)
10.En cok aci ceken dag hangisidir? (Agri dagiJ)
11.Türkiyenin en namuslu ilcesi hangisidir? (SereflikochisarJ)
12.Adamin biri durmadan uluyormus, neden? (icine kurt düsmüsde ondanJ)
13.Dünyanin en iyi döndügünü kim bilir? (SarhoslarJ)
14.Milletvekillerinin en cok yedigi salata hangisidir? (laf salatasiJ)
15.En neseli cicek hangisidir? (gülJ)
16.Benzin ile insan arasinda ne benzerlik vardir? (ikisininde sulusu cekilmezJ)
17.Sismanlar neden günes yagi kulanmazlar? (kendi yaglariyla kavrulduklari icinJ)
18.Eve gelen hirsiz neyi calmaz? (zili calmazJ)
19.Kizdigini en cok kim belli eder? (ütüJ)
20.Zir cahil bir zenciye ne denir? (kara cahilJ)
21.Hostesler neden havada dedikodu yaparlar? (yerin kulagi oldugu icinJ)
22.Hangi top ziplamaz? (kar topuJ)
23.Hangi kaba su konmaz? (ayakkabıyaJ)
24.Hangi simit yenmez? (deniz simidiJ)
25.İçilmeyip, yenen sigara hangisidir? (sigara böregiJ)
26.Mantarlar neden semsiye seklindedir? (yagmurlu yerde yetistikleri icinJ)
27.En temzi böcek hangisidir? (hamam böcegiJ)
28.Düsünen file ne denir? (filozofJ)
29.Yaslanan Temle ne olur? (kurulanırJ)
30.En kibar kus hangisidir? (baykusJ)
Tavuklar en çok hangi ülkeyi sever? Mısır
Bir elmayı yerken kurt bulmaktan daha kötü olan nedir? Yarım kurt çıkması.
1.Hangi bagda üzüm yetismez ? (ayakkabi bagindaJ)
2.Hangi karnede sifir olmaz? (saglik karnesindeJ)
3.Hiç kimsenin okuyamadigi yazi hangisidir? (alin yazisiJ)
4.Kadinla radyo arasinda ne fark vardır? (ikiside her havadan calarJ)
5.Hangi kanun insanlari yargilamaz? (yercekimi kanunuJ)
6.ilani ask ile ilani harp arasinda ne gibi bir benzerlik vardir? (her ikiside ilan edilince çarpısma baslarJ)
7.Bir politikacinin ölüp ölmedigini nasil anlariz? (agzina bakariz, kapaliysa ölmüstürJ)
8.Denizler nicin tuzludur? (Baliklar kokmasin diyeJ)
9.Hangi macunla dis fırcalanmaz? (lahmacunlaJ)
10.En cok aci ceken dag hangisidir? (Agri dagiJ)
11.Türkiyenin en namuslu ilcesi hangisidir? (SereflikochisarJ)
12.Adamin biri durmadan uluyormus, neden? (icine kurt düsmüsde ondanJ)
13.Dünyanin en iyi döndügünü kim bilir? (SarhoslarJ)
14.Milletvekillerinin en cok yedigi salata hangisidir? (laf salatasiJ)
15.En neseli cicek hangisidir? (gülJ)
16.Benzin ile insan arasinda ne benzerlik vardir? (ikisininde sulusu cekilmezJ)
17.Sismanlar neden günes yagi kulanmazlar? (kendi yaglariyla kavrulduklari icinJ)
18.Eve gelen hirsiz neyi calmaz? (zili calmazJ)
19.Kizdigini en cok kim belli eder? (ütüJ)
20.Zir cahil bir zenciye ne denir? (kara cahilJ)
21.Hostesler neden havada dedikodu yaparlar? (yerin kulagi oldugu icinJ)
22.Hangi top ziplamaz? (kar topuJ)
23.Hangi kaba su konmaz? (ayakkabıyaJ)
24.Hangi simit yenmez? (deniz simidiJ)
25.İçilmeyip, yenen sigara hangisidir? (sigara böregiJ)
26.Mantarlar neden semsiye seklindedir? (yagmurlu yerde yetistikleri icinJ)
27.En temzi böcek hangisidir? (hamam böcegiJ)
28.Düsünen file ne denir? (filozofJ)
29.Yaslanan Temle ne olur? (kurulanırJ)
30.En kibar kus hangisidir? (baykusJ)
ÇİKOLATA
DÜNYANIN EN LEZZETLİ YİYECEKLERİNDEN ÇİKOLATANIN TARİHİ VE YAPILIŞINDAKİ GİZEMİ BİLMEK ASLINDA ÇOK KOLAY. CİCİKOM ŞİMDİ DE SİZE ÇİKOLATANIN TARİHİ VE GİZEMİNİ ANLATACAK:
Çikolata, dünyanın en sevilen yiyeceklerinden biridir ve tropik kakao ağacının çekirdek denen tohumlarından yapılır. Çikolataya istendiğinde fıstık, fındık ve süt de katılır. Çikolata besin değeri yüksek, bedeni geliştiren ve enerji veren bir yiyecektir.
Türk Gıda Kodeksi'ne göre tanımı; Kakao ürünleri ile şeker ve/veya tatlandırıcı; gerektiğinde süt yağı dışındaki hayvansal yağlar hariç olmak üzere diğer gıda bileşenleri ile süt ve/veya süt ürünleri ve Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde izin verilen katkı ve/veya aroma maddelerinin ilavesi ile tekniğine uygun şekilde hazırlanan ürünü ifade eder.
Tarihçe [değiştir]Çikolatanın tarihi 19. yüzyılda başlar, fakat öyküsü daha eskidir. İspanyol kâşifler Kristof Kolomb ve Hernán Cortés, 16. yüzyılda Orta Amerika'ya yaptıkları geziden yanlarında bir içecekle dönerler. Bu, Mayalar ile Azteklerin öğütülmüş kakao çekirdeklerinin suyla karıştırılmasıyla elde ettikleri bir içecektir. Aztek dilinde "ekşi, acı içki" anlamına gelen "çikolatl" adındaki bu içeceği Aztekler, içine biber ve başka baharatlar katarak soğuk olarak içiyorlardı. İspanyollar ise aynı içkiyi şekerli olarak içmeye başladılar.
Yaklaşık olarak 100 yıl boyunca gizemini koruyan çikolata, Fransa'ya ve Avrupa'nın öteki ülkelerine ancak 17. yüzyılda yayılabildi. Bu yavaş yayılmanın sebebi ise o dönemlerde oldukça pahalı ve sadece elit kesim tarafından içilen bir içecek olmasıydı.
1700'lerde İngilizler süt katarak içeceğin tadını geliştirdiler.
Yumuşak, tatlı ve yenebilir çikolata yapma yöntemi ise 19. yüzyılın ortalarında bulundu. 1876'da İsviçreliler süt ve şekeri çikolatayla karıştırarak bugünkü sütlü çikolatayı yapmayı başardılar.
Çikolata yapımı [değiştir]Latince adı “tanrıların besini” anlamında Theobromocacao olan kakao ağacından elde edilen kakao, Batı Afrika, Batı Hint Adaları ve Güney Amerika’da üretilir. Kakao ağaçları dört yaşından sonra meyve vermeye başlar. Boyu 4-10 metre olan ağaç yılda iki kez ürün verir. Gövdeye ya da ana dallara yakın yerlerde çıkan meyve, olgunlaştığında uzunluğu 35 cm kadardır. Bir meyvenin içinde yaklaşık 2,5 cm boyunda 20-40 tohum, yani kakao çekirdeği bulunur. Etli, olgun meyvelerin içinden çıkarılan çekirdekler birkaç gün mayalanmaya bırakılır. Daha sonra güneşte kurutulur ve böylece çekirdekler fabrikada işlenmeye hazır hale gelmiş olur. Fabrikada temizlenen kakao çekirdekleri kavrulur ve öğütülür. Elde edilen macun görünümündeki sıvı çikolata yapımında kullanılır. Ayrıca preslenerek kakao ve kakao yağı elde edilebilir.
Kavrulmuş kakao parçaları şekerle karıştırılır ve bir kapta ağır silindirlerle hamur haline getirilir. Bu hamur ince çikolata tabakalarına dönüştürülür ve ardından bu tabakalar kakao yağı katılarak yumuşatılır. Sonra dikdörtgen olukları bulunan bir makinenin içine koyulur. Oluklar içindeki silindirlerle çikolatayı yumuşak ve pütürsüz hale getirilir. Sonunda sıvıya dönüşen çikolata kalıplara dökülür ve soğutulur. Katılaşan çikolatayı çıkarmak için kalıp biraz ısıtılır. Sütlü çikolata, inek sütünden süttozu, vanilya ile başka tat ve koku vericiler eklenerek elde edilir. Değişik çikolatalar yaparken, çikolatanın yumuşak ve kolay işlenebilir olması için soya fasulyesinden elde edilen "lesitin" maddesi de eklenir.
Çeşitleri [değiştir]Bitter Çikolata: Bileşiminde en az %18 kakao yağı ve en az % 14 yağsız kakao kuru maddesi olacak şekilde en az % 35 toplam kakao kuru maddesi içeren çikolatadır.
Sütlü çikolata: Bileşiminde en az % 2,5 yağsız kakao kuru maddesi olacak şekilde en az % 25 toplam kakao kuru maddesi içeren, ayrıca en az %14 süt kuru maddesi ve en az % 3.5 süt yağından oluşan, kakao yağı ve süt yağı toplam miktarı ise en az %25 olan çikolatadır
Beyaz çikolata: Bileşiminde en az %20 kakao yağı ve en az %14 süt kuru maddesi içeren ve en az %3,5’i süt yağı olan çikolatadır.
Dolgulu çikolata: Dış kısmı toplam ürün ağırlığının en az % 25’ini içeren, bitter çikolata, sütlü çikolata, bol sütlü çikolata ve beyaz çikolatalardan birinden oluşan dolgulu çikolatadır.
Pralin: Toplam ürün ağırlığının en az % 25 i bitter çikolata, sütlü çikolata, bol sütlü çikolata , beyaz çikolataların kombinasyonundan , karışımından veya herhangi birinden ya da dolgulu çikolatadan oluşan bir lokma büyüklüğündeki çikolatadır.
Çikolata, dünyanın en sevilen yiyeceklerinden biridir ve tropik kakao ağacının çekirdek denen tohumlarından yapılır. Çikolataya istendiğinde fıstık, fındık ve süt de katılır. Çikolata besin değeri yüksek, bedeni geliştiren ve enerji veren bir yiyecektir.
Türk Gıda Kodeksi'ne göre tanımı; Kakao ürünleri ile şeker ve/veya tatlandırıcı; gerektiğinde süt yağı dışındaki hayvansal yağlar hariç olmak üzere diğer gıda bileşenleri ile süt ve/veya süt ürünleri ve Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinde izin verilen katkı ve/veya aroma maddelerinin ilavesi ile tekniğine uygun şekilde hazırlanan ürünü ifade eder.
Tarihçe [değiştir]Çikolatanın tarihi 19. yüzyılda başlar, fakat öyküsü daha eskidir. İspanyol kâşifler Kristof Kolomb ve Hernán Cortés, 16. yüzyılda Orta Amerika'ya yaptıkları geziden yanlarında bir içecekle dönerler. Bu, Mayalar ile Azteklerin öğütülmüş kakao çekirdeklerinin suyla karıştırılmasıyla elde ettikleri bir içecektir. Aztek dilinde "ekşi, acı içki" anlamına gelen "çikolatl" adındaki bu içeceği Aztekler, içine biber ve başka baharatlar katarak soğuk olarak içiyorlardı. İspanyollar ise aynı içkiyi şekerli olarak içmeye başladılar.
Yaklaşık olarak 100 yıl boyunca gizemini koruyan çikolata, Fransa'ya ve Avrupa'nın öteki ülkelerine ancak 17. yüzyılda yayılabildi. Bu yavaş yayılmanın sebebi ise o dönemlerde oldukça pahalı ve sadece elit kesim tarafından içilen bir içecek olmasıydı.
1700'lerde İngilizler süt katarak içeceğin tadını geliştirdiler.
Yumuşak, tatlı ve yenebilir çikolata yapma yöntemi ise 19. yüzyılın ortalarında bulundu. 1876'da İsviçreliler süt ve şekeri çikolatayla karıştırarak bugünkü sütlü çikolatayı yapmayı başardılar.
Çikolata yapımı [değiştir]Latince adı “tanrıların besini” anlamında Theobromocacao olan kakao ağacından elde edilen kakao, Batı Afrika, Batı Hint Adaları ve Güney Amerika’da üretilir. Kakao ağaçları dört yaşından sonra meyve vermeye başlar. Boyu 4-10 metre olan ağaç yılda iki kez ürün verir. Gövdeye ya da ana dallara yakın yerlerde çıkan meyve, olgunlaştığında uzunluğu 35 cm kadardır. Bir meyvenin içinde yaklaşık 2,5 cm boyunda 20-40 tohum, yani kakao çekirdeği bulunur. Etli, olgun meyvelerin içinden çıkarılan çekirdekler birkaç gün mayalanmaya bırakılır. Daha sonra güneşte kurutulur ve böylece çekirdekler fabrikada işlenmeye hazır hale gelmiş olur. Fabrikada temizlenen kakao çekirdekleri kavrulur ve öğütülür. Elde edilen macun görünümündeki sıvı çikolata yapımında kullanılır. Ayrıca preslenerek kakao ve kakao yağı elde edilebilir.
Kavrulmuş kakao parçaları şekerle karıştırılır ve bir kapta ağır silindirlerle hamur haline getirilir. Bu hamur ince çikolata tabakalarına dönüştürülür ve ardından bu tabakalar kakao yağı katılarak yumuşatılır. Sonra dikdörtgen olukları bulunan bir makinenin içine koyulur. Oluklar içindeki silindirlerle çikolatayı yumuşak ve pütürsüz hale getirilir. Sonunda sıvıya dönüşen çikolata kalıplara dökülür ve soğutulur. Katılaşan çikolatayı çıkarmak için kalıp biraz ısıtılır. Sütlü çikolata, inek sütünden süttozu, vanilya ile başka tat ve koku vericiler eklenerek elde edilir. Değişik çikolatalar yaparken, çikolatanın yumuşak ve kolay işlenebilir olması için soya fasulyesinden elde edilen "lesitin" maddesi de eklenir.
Çeşitleri [değiştir]Bitter Çikolata: Bileşiminde en az %18 kakao yağı ve en az % 14 yağsız kakao kuru maddesi olacak şekilde en az % 35 toplam kakao kuru maddesi içeren çikolatadır.
Sütlü çikolata: Bileşiminde en az % 2,5 yağsız kakao kuru maddesi olacak şekilde en az % 25 toplam kakao kuru maddesi içeren, ayrıca en az %14 süt kuru maddesi ve en az % 3.5 süt yağından oluşan, kakao yağı ve süt yağı toplam miktarı ise en az %25 olan çikolatadır
Beyaz çikolata: Bileşiminde en az %20 kakao yağı ve en az %14 süt kuru maddesi içeren ve en az %3,5’i süt yağı olan çikolatadır.
Dolgulu çikolata: Dış kısmı toplam ürün ağırlığının en az % 25’ini içeren, bitter çikolata, sütlü çikolata, bol sütlü çikolata ve beyaz çikolatalardan birinden oluşan dolgulu çikolatadır.
Pralin: Toplam ürün ağırlığının en az % 25 i bitter çikolata, sütlü çikolata, bol sütlü çikolata , beyaz çikolataların kombinasyonundan , karışımından veya herhangi birinden ya da dolgulu çikolatadan oluşan bir lokma büyüklüğündeki çikolatadır.
ATATÜRK
ATATÜRK'ÜN HAYATI VE TÜM DETAYLARI GÖZ ÖNÜNE SERMEK İSTEDİK. ATA'YA SAYGIMIZI BİR KEZ DAHA BELİRTEREK BAŞLIYORUM:
ATATÜRK'ün HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk Devrimi :
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
ATATÜRK'ün HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk Devrimi :
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
MAKYAJIN TARİHİ
Makyajın tarihçesi, Miladdan binlerce sene öncesine uzanmaktadır. Mısırlı ve Asurlu kadın ve erkeklerin gözlerine sürme çekmesi, saçlarını sarı nişasta ile boyayarak görünümlerini değiştirmeleri bunun delilidir. Eski Mısır kralları ile rahiplerinin, resmi ve dini törenlerde peruk taktıkları, tarih kitaplarında yazılıdır. M.Ö. 5000 yılına kadar uzanan kazılardan edinilen bilgilere göre, yüz ve göz gibi yerlere değişik boyaların tatbik edildiği görülmektedir. On altıncı yüzyıldan sonra, sahnelerde makyaj kullanılmaya başlandı. Elektriğin bulunması, sahne gösterilerinin daha canlı ve gösterişli olması dolayısıyla, makyaj yapımına daha çok itina gösterilme ihtiyacı doğdu. On dokuzuncu yüzyıldan sonra güzellik gayesi ile yapılan makyaj günümüzde “Kozmetik Sanayii” adında bir sanayi dalının çıkmasına yol açtı.
Makyaj, çeşitli moda akımlarına bağlı olarak değişir. Değişik zamanlarda değişik renkler ve tonlar göze çarpar. İlk ve ortaçağlarda, iptidai görünümüyle de olsa, güzellik için çeşitli makyaj çeşitleri kullanıldı. Batıda, onuncu yüzyıldan itibaren güzellik anlayışında çeşitli değişmeler kendini gösterdi. Kadınların kullandıkları bazı makyaj maddeleri, erkekler tarafından da kullanılmaya başlandı. İslam dininde erkeğin tedavi için sürme çekmesi caiz, ziynet için çekmesi caiz değildir. Ziynet başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlayacak, öğünecek şeyleri yapmaktır. Kadınların yalnız evde erkeğine karşı, içerisinde dinimize göre kullanılması yasak olan maddelerin bulunmadığı, her türlü makyaj malzemelerini kullanmalarına izin verilmiştir. Müslüman kadınlardan sokağa çıkacakları zaman sade ve mütevazi bir şekilde olmaları ve böyle dolaşmaları istenmektedir. Sürme ve kına, asırlardan beri Müslüman kadınların başlıca süslenme malzemesi olmuştur. Bazı bölgelerde bunlara ilaveten dinen herhangi bir mahzuru olmayan başka süs malzemeleri de kullanılmıştır.
Makyaj, çeşitli moda akımlarına bağlı olarak değişir. Değişik zamanlarda değişik renkler ve tonlar göze çarpar. İlk ve ortaçağlarda, iptidai görünümüyle de olsa, güzellik için çeşitli makyaj çeşitleri kullanıldı. Batıda, onuncu yüzyıldan itibaren güzellik anlayışında çeşitli değişmeler kendini gösterdi. Kadınların kullandıkları bazı makyaj maddeleri, erkekler tarafından da kullanılmaya başlandı. İslam dininde erkeğin tedavi için sürme çekmesi caiz, ziynet için çekmesi caiz değildir. Ziynet başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlayacak, öğünecek şeyleri yapmaktır. Kadınların yalnız evde erkeğine karşı, içerisinde dinimize göre kullanılması yasak olan maddelerin bulunmadığı, her türlü makyaj malzemelerini kullanmalarına izin verilmiştir. Müslüman kadınlardan sokağa çıkacakları zaman sade ve mütevazi bir şekilde olmaları ve böyle dolaşmaları istenmektedir. Sürme ve kına, asırlardan beri Müslüman kadınların başlıca süslenme malzemesi olmuştur. Bazı bölgelerde bunlara ilaveten dinen herhangi bir mahzuru olmayan başka süs malzemeleri de kullanılmıştır.
BANA GELENLER
elif dedi ki...
ben bu siteyi çok beğendim ayrıca benim elif evrim bu siteyi kuran sevgili arkadaşlarımıza teşekkür ediyorummm...GOOD BYY...
19 Mart 2008 Çarşamba 11:17
elif dedi ki...
bu arkadaşlarımıza en içten dileklerimle kutluyorum benim tercihim bu siteyi herkase duyursunlar hem böylece herkes yorum yazmış olur...
19 Mart 2008 Çarşamba 11:21
elif dedi ki...
MERHABA BENİM ADIM MÜGE BENDE KARDEŞİM ELİF GİBİ BU SİTEYİ ÇOK BEĞENDİM KİMLER HAZIRLADIYSA ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUM.....
19 Mart 2008 Çarşamba 11:23
ben bu siteyi çok beğendim ayrıca benim elif evrim bu siteyi kuran sevgili arkadaşlarımıza teşekkür ediyorummm...GOOD BYY...
19 Mart 2008 Çarşamba 11:17
elif dedi ki...
bu arkadaşlarımıza en içten dileklerimle kutluyorum benim tercihim bu siteyi herkase duyursunlar hem böylece herkes yorum yazmış olur...
19 Mart 2008 Çarşamba 11:21
elif dedi ki...
MERHABA BENİM ADIM MÜGE BENDE KARDEŞİM ELİF GİBİ BU SİTEYİ ÇOK BEĞENDİM KİMLER HAZIRLADIYSA ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUM.....
19 Mart 2008 Çarşamba 11:23
SEVGİ PINARI
Dersimiz sevgi çocuklarım; Candan, yürekten sevgi. Bir pınardır sevgi, çocuğum... Akıp giden içimizde; Kötülüğü hiç eden, Aydın yollar açan Bir pınar ki pırıl pırıl. Dersimiz sevgi, çocuklarım. Sevin tüm içtenliğinizle, Sevin ki sevilin ılık ılık. Taşın çocuklarım, taşın; Akın tüm yüreklere dolun. Yosun tutmasın yüreğiniz, Sinsin yüreklere sevginiz. Dersimiz sevgi, çocuklarım. Gözleriniz pırıl pırıl, İçiniz berrak, dupduru. Sizden öğrensin dünya, İçin için sevmeyi, gülün. Servgiyi tanıyın çocuğum, Sevgiyle dolun çocuklarım.
ALINTIDIR...
ALINTIDIR...
SEVGİ
SEVGİNİN TANIMINI YÜREĞİMDE BULMAYA ÇALIŞTIM. BULDUĞUM SONUCU SİZE DE GÖSTERMEK İSTEDİM:
SEVGİ BİR IŞIKTIR. AYNI ZAMANDA SENİ BİRİSİNE BAĞLAYAN BİR İP VE KALBİNİ SARAN ZARİF BİR OYADIR....
SEVGİ BİR IŞIKTIR. AYNI ZAMANDA SENİ BİRİSİNE BAĞLAYAN BİR İP VE KALBİNİ SARAN ZARİF BİR OYADIR....
umudun tanımı
UMUT BİR IŞIK PARÇASIDIR. YÜZÜNÜZE VURAN BİR AYDINLIK OLARAK DA TANIMLAYABİLİRİZ.HER ZAMAN BAŞINIZI DİK KILAR , YÜZÜNÜZÜ GÜLÜMSETİR.
hediye
benim size verdiğim e-mail adreslerinden ulaşan ilk arkadaşlarımız belirlendi. hemen çözüm yolu bulduk. bir arkadaşımız da site hakkındaki iyi görüşlerini belirtti. yalnız sitede adının geçmesini istemeyen bu iki arkadaşımıza süper bir hediyemiz var. onlara çiçek tarlası adlı benim yazdığım güzel bir yazıyı göndermek isterim.çok hoş bir masal denemem:
HİKAYEMİN ADI 'UMUT' ....
BU HİKAYENİZ BAŞ KAHRAMANI KİM BİLİYOR MUSUNUZ? BU SİZE SÜRPRİZİM . TAMAM TAMAM. ÇOK BEKLETMEYECEĞİM SİZİ. BU HİKAYENİN BAŞ KAHRAMANI: SİZSİNİZ....
HEPİNİZ MUTLAKA BİRGÜN UMUTSUZLUĞA DÜŞMÜŞSÜNÜZDÜR... İŞTE SİZİN HİKAYENİZ:,
BİRGÜN SİZ YİNE UMUTSUZLUĞA DÜŞTÜĞÜNÜZ ZAMAN BU YAZI SİZE MELEK GİBİ GELMİŞ VE UMUDU HEDİYE ETMİŞ. SİZ BU HEDİYEYİ ALMIŞSINIZ MI , KABUL ETMEMEMİŞSİNİZ Mİ , BİLMİYORUM. AMA BENCE UMUDU ALIN. UMUT SİHİRLİ BİR IŞIK. PESPEMBE , BEMBEYAZ , ALIN KULLANIN. AMA SADECE UMUT YETMEZ. BİZ SİZE UMUDU VEREBİLİRİZ. AMA SİZİN DE KABUL ETMENİZ GEREKLİ. AYRICA BİZ VERMEDEN KENDİ İÇİNİZDE BİR SABIR ÜRETİN. İKİSİNİ BİRLEŞTİRİN. SONUCU KENDİ GÖZLERİNİZLE GÖRÜN. HİKAYENİN SONUNA GELİNCE : SİZE KALMIŞ....
HİKAYEMİN ADI 'UMUT' ....
BU HİKAYENİZ BAŞ KAHRAMANI KİM BİLİYOR MUSUNUZ? BU SİZE SÜRPRİZİM . TAMAM TAMAM. ÇOK BEKLETMEYECEĞİM SİZİ. BU HİKAYENİN BAŞ KAHRAMANI: SİZSİNİZ....
HEPİNİZ MUTLAKA BİRGÜN UMUTSUZLUĞA DÜŞMÜŞSÜNÜZDÜR... İŞTE SİZİN HİKAYENİZ:,
BİRGÜN SİZ YİNE UMUTSUZLUĞA DÜŞTÜĞÜNÜZ ZAMAN BU YAZI SİZE MELEK GİBİ GELMİŞ VE UMUDU HEDİYE ETMİŞ. SİZ BU HEDİYEYİ ALMIŞSINIZ MI , KABUL ETMEMEMİŞSİNİZ Mİ , BİLMİYORUM. AMA BENCE UMUDU ALIN. UMUT SİHİRLİ BİR IŞIK. PESPEMBE , BEMBEYAZ , ALIN KULLANIN. AMA SADECE UMUT YETMEZ. BİZ SİZE UMUDU VEREBİLİRİZ. AMA SİZİN DE KABUL ETMENİZ GEREKLİ. AYRICA BİZ VERMEDEN KENDİ İÇİNİZDE BİR SABIR ÜRETİN. İKİSİNİ BİRLEŞTİRİN. SONUCU KENDİ GÖZLERİNİZLE GÖRÜN. HİKAYENİN SONUNA GELİNCE : SİZE KALMIŞ....
BU ADAM KİM???

EDİSON
« : Ağustos 23, 2007, 08:15:39 ÖÖ »
THOMAS ALVA EDİSON Dünyanın en büyük mucitlerinden biri olan Edison ABD’nin Ohio eyaletindeki Milan’da dünyaya geldi. Geniş bir düş gücü olan çok meraklı bir çocuktu. Öğretmeni onun bitmek bilmeyen sorularını aptallık belirtisi olarak gördüğünden okuyamayacağına karar vererek üç ay sonra okuldan uzaklaştırdı. O yıllarda kimyaya büyük ilgi duyan Edison bu konuda bulabildiği her şeyi okudu ve daha on yaşındayken kendi eliyle sebze yetiştirip satarak kazandığı parayla evlerinin kilerinde kimya deneyleri yapmaya başladı. 12 yaşındayken bir tirende dergi ve meyve satıyor, bir yandan da tirenin yük vagonunu yerleştirdiği küçük bir baskı makinesi ile haftalık bir gazete basıyordu. Ama bir gün içinde kimyasal madde bulunan şeylerden biri kırılıp vagonda yangın çıkınca Edison hem tirendeki işinden oldu hem de ömür boyu ağır işitmesine yol açacak biçimde yaralandı. Daha sonra telgrafçılık öğrenmeye karar veren Edison 1863-1868 arasında ABD ve Kanada da birkaç telgrafhanede çalıştı. 1868 de bir atölye kurdu ama yaptığı elektrikli kayıt aygıtının patentini satamayınca bir yıl sonra parasız ve borçlu olara Boston dan New York ‘a gitti. Altın borsasındaki telgraf aygıtının bozulduğu bir sırada rastlantıyla orada bulunması bir şans oldu. Edison aygıtı ustalıkla onardı ve başarısı telgraf şirketinde iş bulmasına yol açtı. Edison daha sonra kayıt yapabilen ve borsadaki fiyatların duyurulmasında kullanılan bir telgraf aygıtı geliştirdi ve patentini iyi bir fiyatla sattı. Sattığı patentlerden kazandığı parayla bir atölye kurdu ve kendi buluşlarının yapımına girişti. Edison ilk başarılı yazı makinesinin yapılmasına da katkıda bulundu. Bir telgraf teli üzerinde aynı anda 6 mesajın birbirine karışmadan gönderilmesinin yolunu buldu. Edison 1877 de sesi kaydedip tekrarlayabilen gramofonu icad etti. Bu ona büyük bir sevinç verdi. İlk başarılı gramofon denemesinde aygıtta “ Mary’nin küçük bir kuzusu vardı” şiirini okuduktan sonra gramofonu ikinci kez çalıştığında aynı sözcükler cızırtılı ama oldukça net bir biçimde duyulmuştu. O zaman fonograf adı verilen bu ilk gramofonun huniye benzer bir hoparlörü vardı. Ve mumdan yapılmış silindir biçimde plaklar kullanılıyordu. Edison un öbür buluşları arasında telefon ağızlığı ( verici) elektrik ampulü, demir nikelli akümülatör, elektrikli oy kayıt makinesi, diktafon da vardır.. günümüzde kullanılan film makinelerinin öncüsü olan kinetoskopu ticari amaçla kullanılabilecek biçimde geliştiren de Edison dur. Edison elektrik ampulü üzerinde çalışırken bir rastlantı sonucunda “ Edison Etkisi “ olarak bilinen olayı buldu. Ampulün filamanında ki karbon taneciklerinin zamanla buharlaşarak lambanın yüzeyinde biriktiği bu termoiyonik salım olayı sonradan radyo lambalarının temelini oluşturmuştur. Edison birinci dünya savaşı sırasında elde edilmesi güç olan kimyasal maddelerin yerini tutacak yeni maddeler yapmanın yolunu aradı. Başarısını zekadan çok sıkı çalışmaya borçlu olduğunu söyleyen Edison yemek ve dinlenmeye zaman ayırmayı çok görür kimi zaman laboratuarında ki masalardan birinin üzerinde giyinik olarak uyurdu.
ALINTIDIR...
tanışalım mı?

BEN CİCİ KIZ,
HERGÜN SİTEME BAKAN VE BUNU GERÇEKTEN YAPAN İNSANLAR CİCİ VE BİLGİLİ OLABİLİRLER.
YAŞIMA GELİNCE HER YAŞTAYIM. O ANKİ RUH HALİME BAĞLI.
YANDA BİR GÜL GÖRÜYORSUNUZ. BU GÜL PEMBE ÇİÇEKLİ , KOKUSUYLA ÜNLÜ BİR GÜL OLMASINA KARŞIN , UMUT YÜKLENMİŞ YAPRAKLARI DAHA GELİŞMEMİŞ. SİZDEN İSTEDİĞİM İSE ONUN GİBİ OLMANIZ. YAPRAKLARINIZA UMUT YÜKLEYEREK YOLA ÇIKMANIZ.
NOT: UMUDUN DOZUNU DA KAÇIRMAYIN. YOKSA HAYALLERİNİZ KIRILDIĞINDA ÇOOOOK ÜZÜLEBİLİRSİNİZ.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)